Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar, dağların arasında saklanmış küçük ve sevimli bir köy varmış. Bu köyün adı Fısıldayan Tepeler’miş. Köy, adını etrafında esen rüzgârlardan almış. Çünkü burada rüzgârlar şarkılar söyler, insanlara tatlı tatlı fısıldarmış.
Köyde büyük bir yel değirmeni varmış. Ama bu değirmen diğerlerinden çok farklıymış. Onun kanatları döndükçe rüzgârlar içine dolup büyülü melodiler çıkarırmış. Bu melodiler o kadar güzelmiş ki, köyde yaşayan herkes bu seslerle büyümüş.
Çocuklar her gece değirmenden gelen bu tatlı melodileri dinleyerek uykuya dalarmış. Hayallerinde rüzgârla dans ettiklerini görür, kendilerini bir kuş gibi özgür hissedermiş. Köyün yaşlıları ise melodilere kulak verirken geçmişteki güzel günleri hatırlayıp gülümsermiş.
Bu büyülü köyde Duru adında bir kız yaşarmış. Duru, neşeli, meraklı ve cesur bir çocukmuş. Yel değirmeninden gelen melodiler onun en sevdiği şeymiş. Rüzgârların fısıldadığı o tatlı ezgileri dinlerken, hayal dünyasına dalar, kendini rüzgârla birlikte gökyüzünde süzülürken hayal edermiş. Gözlerini kapattığında sanki kanatları varmış gibi hisseder, rüzgârla birlikte dans ettiğini düşlermiş.
Ama bir sabah, her şey değişmiş. Yel değirmeninden gelen o güzel melodiler bir anda susmuş. Duru, uyandığında odasında derin bir sessizlik hissetmiş. Sokaklarda dolaşırken, köyün de bu sessizlikle boğulduğunu fark etmiş. Melodiler gitmiş, rüzgâr konuşmayı bırakmış gibiymiş.
Köy halkı tedirginmiş. Herkes birbirine, “Rüzgâr neden sustu?” diye soruyormuş. Çocuklar mutsuz, yüzleri asıkmış. Yaşlılar ise endişeli bir şekilde başlarını sallayıp duruyormuş. Rüzgârların şarkıları olmadan köy, sanki sihrini kaybetmiş gibiymiş.
Duru, bu sessizliği kabullenmek istememiş. Çünkü yel değirmeninin şarkıları yalnızca köyün değil, onun da mutluluğunun bir parçasıymış. Bir sabah erkenden kalkmış ve değirmene gitmeye karar vermiş. Annesine ve babasına, “Merak etmeyin, sadece bakıp hemen döneceğim,” demiş. Ama aslında içinde büyük bir kararlılık varmış. O melodileri geri getirmek için her şeyi yapmaya hazırmış.
Yüreği cesaretle dolu olan Duru, küçük adımlarla yel değirmenine doğru yola çıkmış. Sessizliğin sebebini öğrenmek ve köyün melodilerini geri getirmek için büyük bir maceraya atıldığını hissediyormuş.
Değirmen, köydeki en eski ve en gizemli yerlerden biriymiş. Yüksek taş duvarları, zamana meydan okur gibi dimdik duruyormuş. Duvarların üzeri yeşil yosunlarla kaplanmış, sanki geçmişin hikâyelerini saklıyorlarmış. Dev kanatları ise rüzgârsız bir şekilde hareketsiz duruyor, sanki bir sır saklıyormuş gibi sessizce bekliyormuş.
Duru, kapıyı aralayıp içeri girdiğinde bir ürperti hissetmiş. İçerisi karanlık ve soğukmuş. Tavanlardan sarkan örümcek ağları, yerde biriken tozlar her şeyin uzun zamandır dokunulmadığını gösteriyormuş. Ama Duru’nun içindeki cesaret ışığı, karanlıktan korkmasına izin vermemiş. “Bir sır varsa, onu bulmalıyım,” diye düşünmüş.
Tahta basamaklara doğru adım attığında, her adımında basamaklardan gıcırtılı sesler yükselmiş. Sesler, değirmenin sessizliğini bozan tek şeymiş. Duru’nun dikkatini bir anda bir fısıltı çekmiş. Bu bir insan sesi değilmiş, daha çok rüzgârın içinde kaybolmuş incecik bir mırıltıya benziyormuş. Fısıltı, değirmenin köşelerinden yankılanıyormuş.
“Kim var orada?” diye seslenmiş Duru, sesi biraz titremiş ama kararlılığını kaybetmemiş. Cevap gelmemiş. Ancak mırıltı azalmamış, tam tersine bir melodiyi andıran ince bir tınıya dönüşmüş.
Duru’nun gözleri birden yerde parlayan bir şeye takılmış. Yerde, eski ve biraz paslanmış bir anahtar duruyormuş. Anahtarı eline aldığında, üzerine işlenmiş küçük harflerle yazılı bir şey fark etmiş: “Rüzgârın Kapısı.”

“Bu anahtar bir sırrı saklıyor,” diye düşünmüş Duru, gözleri heyecanla parlamış. Anahtarı sıkıca kavrayarak etrafı dikkatle incelemeye başlamış. Çok geçmeden, yosunlarla kaplanmış küçük bir kapı bulmuş. Kapı, köşeye saklanmış gibi duruyormuş, sanki sadece Duru gibi cesur biri tarafından bulunmayı bekliyormuş.
Duru, anahtarı titreyen ellerle kilide yerleştirmiş ve çevirmiş. Hafif bir “tık” sesi duyulduğunda kapı yavaşça aralanmış. Duru’nun karşısında ışıl ışıl bir yol belirmiş. Bu yol sıradan bir yol değilmiş; adeta yıldızlara dokunur gibi gökyüzüne yükseliyor, rüzgârların fısıldadığı büyülü bir dünyaya açılıyormuş. Duru’nun kalbi heyecanla atmaya başlamış. İşte macera şimdi başlıyormuş!
Duru, büyülü yolda ilerlerken etrafındaki ışıklar yavaş yavaş solmaya başlamış. Hava daha karanlık, daha soğuk olmuş. Önünde, rüzgârların yönlendirdiği gibi büyük, siyah bir mağara belirmiş. Mağaranın girişinde kocaman taşlarla yazılmış bir tabela varmış: “Zamanın Sessizliği”.
Duru, bir an durup nefesini kontrol etmiş. Kalbi heyecan ve korkuyla atıyormuş ama içinde bir ses, “Korkma, köyün melodileri sana güveniyor,” diyormuş. Melodi Taşı’nı sıkıca kavrayarak mağaraya adım atmış.
İçerisi karanlık ve sessizmiş. Öyle ki Duru, kendi nefesini bile duyabiliyormuş. Ancak ilerledikçe mağaranın derinliklerinden bir ses gelmeye başlamış; bu ses, rüzgârın melodilerine hiç benzemiyormuş. Daha çok uğultulu, hüzünlü bir fısıltıymış.
Duru, mağaranın merkezine geldiğinde karşısına devasa bir varlık çıkmış. Bu varlık tamamen gri ve sisle kaplıymış; yüzü belli değil, ama varlığı tüm mağarayı dolduracak kadar güçlüymüş.
“Küçük kız, buraya nasıl cesaret ettin?” diye uğuldayan bir sesle sormuş varlık.
Duru, korkusunu bir kenara bırakmış ve kendinden emin bir şekilde, “Melodileri geri getirmek için buradayım. Rüzgârlar sustu, köyümüz sessizliğe gömüldü. Bu sessizlik sona ermeli!” demiş.
Zamanın Sessizliği, hüzünlü bir kahkaha atmış. “İnsanlar melodilerin değerini bilmedi. Rüzgârın sesini duymayı bıraktılar, doğanın fısıltılarına sırtlarını döndüler. Onlar için melodilere gerek yok,” demiş.
Duru, gözlerini kararlılıkla varlığa dikmiş. “Belki insanlar unuttu, ama yeniden öğrenebilirler. Melodiler olmadan yaşam olmaz. Rüzgârların dansını geri getirmek için her şeyi yaparım!” diye cevap vermiş.
Bu sözler Zamanın Sessizliği’ni susturmuş. “Eğer gerçekten inanıyorsan, melodileri geri çağırabilirsin. Ama bunun bedeli var. Cesaretini ve sevginin gücünü kullanman gerekecek,” demiş.
Duru, Melodi Taşı’nı iki eliyle tutmuş. Taşın içinde hafif bir ışık belirmiş. “Melodiler, yalnızca sevgiyle geri gelir,” diye fısıldamış taş. Duru, gözlerini kapatmış ve kalbindeki en mutlu anıları düşünmeye başlamış. Yel değirmeninin melodileriyle dans ettiği günleri, ailesiyle gülüşmelerini, köyün şarkılarla dolu neşesini…
Bir anda taş, Duru’nun avuçlarında parlamış. Parlayan ışık, mağaranın karanlık köşelerine yayılmış. Zamanın Sessizliği, bu ışığın içinde küçülmeye başlamış. Gri sis dağılıyor, mağaranın içinde bir sıcaklık hissediliyormuş.
Melodi Taşı tamamen parladığında, Duru mağaranın çıkışına doğru koşmuş. Güneş doğmuş, rüzgâr yeniden esmeye başlamış. Ancak bu kez farklıymış; rüzgârlar, unutulan melodileri taşıyor, köyü eski neşesine döndürüyorlarmış.
Duru, yel değirmenine geri döndüğünde köy halkı onu bekliyormuş. Rüzgârın şarkıları yeniden duyuluyormuş. Çocuklar dans ediyor, yaşlılar gözyaşları içinde melodilere kulak veriyormuş.
Rüzgarın Melodileri Masalı burada biterken Duru, değirmenin kanatlarına bakıp gülümsemiş. Artık rüzgârların melodileri yalnızca bir şarkı değil, köy halkı için bir hatırlatmaymış: Doğanın sesine her zaman kulak vermek ve rüzgârın fısıldadığı mutluluğu hissetmek.
Rüzgarın Melodileri Masalına benzeyen çocuk masalları okumak için bağlantıya tıklayabilirsiniz.