Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar uzak diyarlarda, daracık sokakların süslediği eski bir şehirde, taş duvarlı bir halıcı dükkânı varmış. Bu dükkânın en kuytu köşesinde, üstü biraz tozlanmış ama renkleri hâlâ ışıl ışıl parlayan bir halı dururmuş. Kimse bilmezmiş ki bu halı, sıradan bir halı değilmiş. O, uçabilen bir halıymış!
Günlerden bir gün, meraklı ve hayal gücü çok geniş bir çocuk olan Can, babasıyla birlikte bu dükkâna girmiş. Can, dükkânda dolaşırken renk renk desenleri olan o eski halıya gözü takılmış. Ellerini uzatıp yavaşça halıya dokunduğunda, hafif bir kıpırtı hissetmiş. Halı adeta nefes alıyor gibi hafifçe titremiş. Can, heyecanla etrafına bakmış ama kimse fark etmemiş.
Tam o sırada dükkânın sahibi olan yaşlı adam, Can’a yaklaşmış ve gülümseyerek fısıldamış:
“O sıradan bir halı değil, küçük dostum. O, gökyüzünü bilen, rüzgârın sırrını taşıyan bir halı.”
Can, halıya merakla bir kez daha dokunduğunda, parmaklarının ucunda hafif bir titreşim hissetmiş. Sanki halı ona bir şey söylemek istiyormuş gibi ince bir kıpırtıyla yanıt vermiş. Tam o anda, halının kenarları hafifçe dalgalanmış ve toz zerrecikleri havada dans etmeye başlamış.
Bir anda, halı yavaşça yerden yükselmiş! Önce birkaç santim… Sonra biraz daha… Can, ayaklarının altındaki zeminin uzaklaştığını fark edince heyecanla derin bir nefes almış. Halı, hafif bir esintiyle döne döne yükselirken, Can’ın saçları rüzgârla dans ediyormuş.
Sonunda, halı tamamen havalanmış ve Can’ı gökyüzüne doğru götürmeye başlamış! Aşağıda dükkân küçülüyor, sokaklar ip gibi uzuyormuş. Rüzgâr, Can’ın yüzünü okşarken, yıldızlar sanki ona göz kırpıyormuş. O an, bunun sadece bir yolculuk değil, hayatının en büyük macerası olacağını hissetmiş.
Uçan halı, bulutların arasında zarifçe süzülürken, yumuşak bir rüzgâr Can’ın yüzüne dokunuyormuş. Bir süre gökyüzünde sessizce yol aldıktan sonra, halı aniden hafifçe titremiş. Sanki derin bir nefes alıyormuş gibi desenleri hafifçe parlamış ve Can’a fısıldamış:
“Sana bir sır vermeliyim, küçük dostum. Ben sadece bir halı değilim… Büyülü gücümü kaybetmemek için yıldız taşını bulmam gerekiyor. O taş, sonsuz ışığın kaynağıdır. Eğer onu bulamazsak, gökyüzünde süzülemez, bulutların üstüne çıkamaz ve yıldızların arasına karışamam.”
Can, heyecanla etrafına bakmış. Gözlerinin önünde uçsuz bucaksız bir gökyüzü, parıldayan yıldızlar ve masmavi bir evren uzanıyormuş. Bir an durup düşündü ve içindeki macera ruhu alevlendi.
“O halde hiç vakit kaybetmeden yola çıkalım!” diye neşeyle atılmış.
Halı hafifçe titreşmiş, sanki Can’ın cevabını bekliyormuş gibi mutlu olmuştu. Bir anda hızlanarak gökyüzünün bilinmeyen köşelerine doğru süzülmeye başlamış. Can, heyecanla tutundu ve içindeki merak duygusuyla, yıldız taşını bulacakları o büyülü yolculuğa doğru ilerlemeye koyulmuş.
Yolculukları boyunca gökyüzünün farklı renklerle değiştiğini gören Can, büyülü bir dünyanın içinde olduğunu iyiden iyiye hissetmiş. Bir süre sonra, karşılarında gümüşten yapılmış gibi parlayan devasa bir dağ belirmiş. Dağın zirvesi, ay ışığıyla yıkanmış gibi ışıldıyor, gökyüzüne uzanan sivri kayalıklar sanki yıldızlara dokunmaya çalışıyormuş.
Bu, Ay Dağı imiş. Halı yavaşça dağın zirvesine doğru süzülmüş ve Can, gözlerine inanamamış. İnci gibi ışıldayan ağaçlar, gümüş dallarını göğe uzatmış, onların arasında ise minik, ışıltılı kuşlar fısıldaşıyormuş. Sanki rüzgârla birlikte konuşuyor, yıldızların sırlarını taşıyorlarmış.
Can, bu büyüleyici manzara karşısında hayran kalmış, ama aklı hâlâ yıldız taşındaymış. Halıya eğilip heyecanla fısıldamış:
“Onlara yıldız taşını sorabilir miyiz?”
Kuşlardan biri, kanatlarını hafifçe çırpmış ve melodik bir sesle cevap vermiş:
“Yıldız taşı, Gök Nehri’ndeki parlayan incinin içinde saklıdır. Ama oraya ulaşmak için önce Ay Şehri’nden geçmelisiniz.”
Can, duydukları karşısında heyecanla başını sallamış. Ay Şehri’nin adını bile duymak kalbini hızlandırmıştı! Acaba orası nasıl bir yerdi? Orada kimler yaşıyordu?
Halı, sihirli kuşlara teşekkür edercesine hafifçe dalgalanmış, sonra hızla gökyüzüne yükselerek onları Ay Şehri’ne doğru taşımaya başlamış. Can, yıldızların arasında süzülürken göğsünde büyüyen macera hissini tüm kalbiyle hissetmiş. Bu, sıradan bir yolculuk değildi. Bu, unutulmaz bir serüvenin ta kendisiymiş.
Ay Şehri, gökyüzünde asılı bir rüya gibiymiş. Evlerin duvarları ışıldayan kristallerden yapılmış, yollar ay ışığının zarif dokunuşuyla parlıyormuş. Gökyüzünde süzülen gümüşî fenerler, sokaklara yumuşak bir ışık saçıyor, etrafta huzur dolu bir sessizlik hâkim oluyormuş. Burada zaman sanki farklı akıyor, her şey büyüleyici bir ahenk içinde hareket ediyormuş.
Can, büyülenmiş gibi şehrin sokaklarında dolaşırken insanların sessizce süzüldüğünü, onların ay ışığının gücüyle aydınlanan bir dünyada yaşadıklarını fark etmiş. Her şey öylesine sihirli, öylesine dinginmiş ki. Ama Can’ın aklı hâlâ yıldız taşındaymış.
Tam o sırada, beyaz sakallı, mavi gözleri olan bir bilgeyle karşılaşmış. Bilgenin yüzünde bilgelikle dolu bir gülümseme varmış, sanki Can’ın buraya geliş amacını en başından beri biliyormuş gibiymiş.
Bilge yumuşak bir sesle “Buraya ne için geldin, küçük gezgin?” diye sormuş.
Can, derin bir nefes alıp tüm cesaretiyle yıldız taşını aradıklarını anlatmış. Halının büyüsünü kaybetmemesi için taşı bulmaları gerektiğini, Ay Dağı’ndaki kuşların ona Gök Nehri’ni işaret ettiğini söylemiş.
Bilge, sakalını usulca sıvazlamış ve gözlerini kısarak düşünceli bir şekilde başını sallamış.
“Evet, yıldız taşı Gök Nehri’ndedir. Ama dikkat etmelisin, evlat. Gök Nehri bazen yanıltıcıdır. Sularında gerçek ve sahte birbirine karışır. Gerçek olanı görmek için yalnızca gözlerinle değil, kalbinle bakmalısın.”
Can, bilgenin sözleri üzerine derin bir düşünceye dalmış. “Kalbimle bakmak mı?” diye içinden geçirmiş. Bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilemiyormuş, ama öğrenmek için sabırsızlanıyormuş.
Bilge, gülümseyerek Can’ın omzuna hafifçe dokunmuş. “Senin gibi cesur bir gezgin, doğru yolu mutlaka bulacaktır.” demiş.
Can, heyecanla başını sallamış. Halı, sihirli bir esintiyle dalgalanmış ve hızla yükselmeye başlamış. Gök Nehri’ne doğru yeni bir macera başlıyormuş!
Can ve uçan halı, Gök Nehri’nin kıyısına vardıklarında, gördükleri manzara karşısında nefesleri kesilmiş. Nehir, sanki gece göğü yeryüzüne inmiş gibi ışıldıyor, suyun içinde binlerce yıldız dans ediyormuş. Hafif dalgalar, gümüşi bir ışık yayarak parıldıyor, nehrin üzerine düşen ay ışığı sihirli bir yansımaya dönüşüyormuş.

Tam nehrin ortasında, diğerlerinden çok daha parlak, ışık saçan bir inci duruyormuş. Can, heyecanla halının üzerine eğilip dikkatlice bakmış. “İşte! Yıldız taşı burada!” diye fısıldamış.
Ancak tam taşı almak için elini uzattığında, suyun içindeki yansımalar titremeye başlamış. Bir anda, nehrin yüzeyinde birbiriyle aynı görünen sayısız taş belirivermiş! Can neye uğradığını şaşırmıştı. Hangisi gerçekti? Hangisi sahte?
O an, bilgenin sözlerini hatırlamış: “Gerçek olanı görmek için yalnızca gözlerinle değil, kalbinle bakmalısın.”
Can, gözlerini kapamış. Kalbi hızla atıyordu ama içindeki ses ona yol gösterecek gibiydi. Derin bir nefes alıp tüm dikkatini nehrin sesine vermiş. Suyun nazik fısıltısını, rüzgârın hafifçe esişini, yıldızların yukarıdan gülümseyerek izlediğini hissetmiş.
Bir anda içinden bir his doğmuş. Sanki nehrin ona doğru fısıldadığı, sıcak bir ışıkla onu çağıran bir taş varmış. Gözlerini yavaşça açtığında, tüm taşların arasından bir tanesinin diğerlerinden farklı olduğunu fark etmiş. O taş, diğerleri gibi kör edici bir parlaklık yerine yumuşak, sıcak ve içten gelen bir ışık yayıyordu.
Tereddüt etmeden elini uzatmış ve onu almış.
Bir anda, nehirdeki tüm sahte taşlar yok olmuş, gökyüzü daha da parlamış ve hafif bir esinti Can’ın saçlarını okşamış. Gerçek yıldız taşını bulmuştu!
Can, yıldız taşını eline aldığında, taşın içinden bir sıcaklık yayılmış ve halının desenleri bir anda canlanmaya başlamış! Renkler daha parlak olmuş, dokusu ipeksi bir ışıkla kaplanmış. Halı, eski gücüne kavuşmuş ve sevinçle gökyüzüne yükselmiş.
“Teşekkür ederim, Can!” diye fısıldamış halı.
Birlikte tekrar havalanmışlar ve geldikleri yere dönmek üzere yola çıkmışlar.
Can ve halı, halıcı dükkânına geri döndüğünde, yaşlı dükkân sahibi onları bekliyormuş. Can, büyük bir maceradan dönmenin heyecanını yaşarken, uçan halı artık gerçek gücüne kavuşmuş bir şekilde parlıyormuş.
“Bu halı artık senin dostun,” demiş yaşlı adam. “O her zaman seni yeni maceralara götürecek.”
Can, gülümseyerek halıya dokunmuş ve fısıldamış: “Hazır ol, daha keşfedecek çok şey var!”
Ve böylece Can, sihirli dostuyla birlikte yeni maceralara atılmak için sabırsızlanarak, düşlerin kapısını aralamayı başarmış.
Ve Uçan Halı Masalı burada bitmiş ama kim bilirmiş ki belki de gerçek macera şimdi başlıyormuş.
Uçan Halı Masalını beğendiyseniz ve masalın devamını gelmesini istiyorsanız yorumlarda belirtebilirsiniz. Benzer masallar okumak için ise uzun masallar kategorimizi ziyaret edebilirsiniz.